Roma Seyahat Notları – 2

Yazar Taha ÇAKIR
4 dakika Okundu

Gezinin ilk günü, havaalanındaki karmaşa nedeniyle otele ancak öğleden sonra dört civarında varabildik. Havanın biraz serinlemesini beklemek için otelde oyalanıp, ardından ilk durak olarak metroyla yaklaşık yedi dakikalık mesafedeki Kolezyum’un bulunduğu bölgeye gittik.  Kolezyum biletlerini ancak gezimizin üçüncü günü için alabildiğimizden, ilk gün sadece turist kalabalığına karışıp bir yandan fotoğraf çekiyor, bir yandan da çevremizi gözlemleyerek etrafı tanımaya çalışıyorduk.

Gezinin ilerleyen günlerinde içine girme fırsatı da bulduğumuz Kolezyum’un; hakkında yazılanlar, çekilen filmler ve UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki yeri düşünüldüğünde, her yıl milyonlarca turistin burayı ziyaret etmesi ya da fonunda Kolezyum’un olduğu fotoğraf ve videolar çekmek istemesi elbette şaşırtıcı değildi. Ancak o kalabalığın içerisinden üç beş adım geri çekilip etrafı izlemeye başladığımızda Kolezyum kadar ilginç manzaralarla karşılaştık.

Bir yanda, özellikle Uzakdoğulu genç turistlerin düğünlerde giyilen parlak kırmızı abiyelerle belki saatler süren fotoğraf çekim seremonileri… Diğer yanda, “en güzel kare”yi yakalayabilmek için küçük tepenin kenarındaki duvarlara tırmananlar, akrobatik pozlar verenler…  güneşin açısını hesaplayarak yer kapmaya çalışanlar…

Kalabalığın hareketleri karşısındaki şaşkınlığımızı üzerimizden attıktan sonra, bu kez rotamızı Kolezyum’dan Venedik Meydanı’na uzanan meşhur Via dei Fori Imperiali’ye (İmparatorluk Yolu) çevirdik. Antik Roma forumlarının kenarına inşa edilmiş bu geniş cadde, 1920’li yıllarda Mussolini tarafından Antik Roma’nın ihtişamını faşist rejimin gücüyle birlikte yansıtmak amacıyla yaptırılmış. Akşamın serinliğinde, nispeten sakin ve adeta açık hava müzesi havası taşıyan bu cadde boyunca yürürken, bir yandan Roma üzerine okuduklarımı hatırlamaya çalışıyor, diğer yandan Kolezyum’da karşılaştığımız manzarayı düşünüp ilk izlenimlerimizin beklentilerimizi ne ölçüde karşıladığını sorguluyorduk.

Zira Roma, yüzyıllar boyunca gezginleri kendine çeken, katmanlı ve görkemli bir kültürel mirasa sahip olmasına rağmen, şehri ziyaret edenler her zaman umduklarını bulamamışlar. Örneğin, İspanyol gezgin Pero Tafur, 1436 baharında ziyaret ettiği Roma’da antik yapıların bakımsızlık ve tahribat nedeniyle harap hâlde olduğunu görünce büyük bir hayal kırıklığı yaşamış. Bir rivayete göre, bu tahribatın sebeplerinden biri de Papa I. (Aziz) Gregorius’muş (590–604). Anlatılanlara göre Papa, dini sebeplerle Roma’ya gelen müminlerin kutsal mekânlar yerine antik yapıların görkemine kapıldıklarını fark edince, bu yapıları bilinçli olarak kısmen tahrip ettirmiş.

Yine ünlü İngiliz yazar Charles Dickens, 1844 yılında ziyaret ettiği Roma’da; sokakların bakımsızlığı, yaygın fakirlik, temizlik sorunları ve genel düzensizlik karşısında yaşadığı hayal kırıklığıyla, Roma’nın sıradan Avrupa şehirlerinden farkının kalmadığını, geçmişin ağırlığı altında ezildiğini ve ihtişamının artık sadece hatıralarda kaldığını ifade etmiş.

Benim ilk düşüncelerim, seyahat etme amacının ve biçiminin değiştiği; soylulara özel, uzun soluklu maceraların yerini anlık fotoğraf karelerine ve haz odaklı kitle turizmine bıraktığı günümüzde, her şeye rağmen Roma’nın sıradan bir Avrupa şehrinden farklı olarak her kesimden turistin beklentilerini fazlasıyla karşılayacağı yönündeydi. Nitekim gezinin sonunda, “Fırsat olsa da birkaç yıl buralarda yaşasak.” diyecek noktaya geldik.

Bu düşüncelerle, caddenin sonunda Mussolini’nin meşhur balkon konuşmalarını yaptığı Venedik Meydanı’na ulaştık. Meydanın çevresinde bir süre dolaştıktan sonra rotamızı, on dakika yürüme mesafesindeki ve turistler arasında oldukça popüler olan Giolitti dondurmacısına çevirdik. Sanırım saatin biraz geç olmasından dolayı, daha önce okuduğumuz yorumların aksine neredeyse hiç sıra beklemeden dondurmalarımızı alabildik. Ardından da kısa bir şehir turu yaparak, günün yorgunluğuyla otele döndük.

Vatikan Müzesi biletlerimizi yaklaşık iki ay öncesinden almamıza rağmen, ancak 11.30 için bilet bulabildiğimizden gezimizin ikinci gününe biraz daha geç başladık. Kahvaltının ardından kısa bir metro yolculuğu ile Vatikan’ın bulunduğu bölgeye ulaştık. 2025 yılının Katolik dünyası için özel bir yıl olması, Papa’nın vefatı ve sonrasındaki gelişmeler nedeniyle şehrin bu bölgesinde olağanüstü bir yoğunluk vardı. Kalabalıkta, “Nasıl olsa aynı yere gidiyoruzdur.” düşüncesiyle karşımıza ilk çıkan turist kafilesinin peşine takıldık. Ancak grubun Vatikan Müzeleri’ne değil, doğrudan Aziz Petrus Bazilikası’na gittiğini, bazilikanın avlusuna girince fark edebildik. Durumu fark edince, hızlıca geri dönüp kısa bir yürüyüşle müze girişine ulaştık. Oldukça uzun bir kuyruk olmasına rağmen, biletimizi önceden aldığımız için beklediğimizden çok daha hızlı bir şekilde içeri girebildik. Rehbersiz bir tur tercih ettiğimizden, Vatikan Müzeleri’nin büyüklüğü ve karmaşıklığı karşısında dijital rehber olarak ChatGPT’yi kullandık.

Müzeden çıktığımızda saat öğleden sonra ikiyi bulmuştu. Müze hakkındaki düşüncelerimizi özetlemek gerekirse; merak ettiğimiz yerler arasında olduğundan görmesek içimizde ukde kalabilirdi. Ancak konuya hâkim olmadığımız ve rehbersiz tur aldığımız için bizi tatmin etmediğini söylemeliyim. Açıkçası, o sıcakta binlerce insanla kiliselerin içinde köşe kapmaca oynamanın bize tek olumlu katkısı, umre planlarımızı öne çekmeye karar vermek oldu.

Müzeyi gezdikten sonra Tiber Nehri kıyısındaki kafelerden birinde kısa bir kahve molası verip Castel Sant’Angelo’dan başlayarak Vatikan çevresinde keyifli bir yürüyüş yaptık. Ardından, havanın serinlemesini beklemek için otele döndük. Saat beşe doğru yeniden dışarı çıktığımızda bu kez rotamızı, Roma’nın simgelerinden biri olan Trevi Çeşmesi’ne çevirdik. Metrodan çıkıp çeşmeye doğru yürürken, bir etkinlik için toplanmış ve muhtemelen bir daha göremeyeceğim kadar çok sayıda Ferrari’den oluşan bir konvoyla karşılaştık. Ardından, yol boyunca hafifçe yağan yaz yağmurunun serinlettiği havada ünlü Aşk Çeşmesi’ne ulaştık.

Çeşmenin tarihi Antik Roma dönemine kadar uzansa da, bugün gördüğümüz hâli 1700’lü yılların ortalarında inşa edilmiş. Günümüzde fotoğraf çektirmek, hatta çeşmenin yanına kadar yaklaşabilmek için bile sıraya girmeniz gerekiyor. Çeşme etrafında kısa bir süre vakit geçirdikten sonra, yakındaki bir diğer turistik nokta olan İspanyol Merdivenleri’nin bulunduğu meydana geçtik.

Merdivenlerin bulunduğu İspanyol Meydanı ve çevresi, özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda ressam ve yazarların uğrak noktası olduğundan, Grand Tour’a çıkan gezginler renk ve egzotiklik arayışıyla bu bölgeyi tercih ederlermiş. Örneğin, Goethe, Grand Tour kapsamında 16 ay kaldığı Roma’da, meydanın hemen yakınındaki Via del Corso Caddesi üzerinde farklı yerlerde konaklamış. Bölgeye gelen gezginler ve entelektüeller, hâlen faaliyet gösteren Antico Caffè Greco veya Babington’s Tea Rooms gibi mekânlarda buluşurlarmış. Bizim, fiyatları görünce teğet geçtiğimiz, yaklaşık iki buçuk asırdır açık olan bu kafeler, geçmişte uzun ve özel seyahatler yapan seçkin gezginlere ev sahipliği yaparken, günümüzde daha çok kitlesel turizmin ziyaretçilerini ağırlıyor.

Meydanın sanatçıların uğrak noktası olması nedeniyle, İspanyol Merdivenleri aynı zamanda 19. yüzyıl boyunca ressam modeli olma hayali kuran gençlerin boy gösterdikleri bir mekânmış. Bu açıdan, merdivenlerin hâlen poz verme ve toplanma yeri olarak kullanıldığı söylenebilir. Biz de meydan ve çevresinde kısa bir tur attıktan sonra, gün batımını izlemek için Villa Borghese’nin içindeki seyir noktası Terrazza del Belvedere’ye yöneldik.

 

Gün batımını izlemeyi önceden planladığımız için, otelden çıkarken yanımıza termosla çay ve küçük atıştırmalıklar almayı ihmal etmemiştik. Gün batımını izlerken bir yandan çay eşliğinde günün yorgunluğunu atıyor, diğer yandan sohbet ediyorduk ki Türkçe konuştuğumuzu duyan, üniversite eğitimi için Türkiye’den Roma’ya gelmiş genç bir kardeşimizle tanıştık.

Hikâyesi gerçekten etkileyiciydi. Aydınlı, memur bir ailenin çocuğu olan kardeşimiz, henüz 17 yaşındayken burs kazanarak üniversite eğitimi için geldiği Roma’da geçen üç yıl içinde hem İngilizce hem de İtalyanca öğrenmiş. Ancak bizi asıl etkileyen ve ilham veren husus, yurt dışı deneyiminin kendisine kazandırdığı özgüven ve vizyon oldu. Kısacası, çocukları ilkokuldan lise sonuna kadar kısıtlı bütçeler ve büyük fedakârlıklarla “yerli kolejlerin” steril ortamlarında, konfor alanlarından çıkarmadan büyütüp, sonrasında hayatın zorlu koşullarında ayakta kalmalarını beklemek yerine; lisans aşamasında yurt dışına göndererek hem birden fazla yabancı dil öğrenmelerini hem de farklı kültürlerle kaynaşıp uluslararası öğrenciler arasında sosyalleşmelerini sağlamak çok daha faydalı olabilir.

Kardeşimizle güzel bir sohbetin ardından şehir hakkında bazı tavsiyeler de aldıktan sonra, vaktin ilerlemesiyle birlikte Piazza del Popolo Meydanı etrafında kısa bir tur atıp otele döndüğümüzde saat gece 11.00’i bulmuştu. Biraz dinlendikten sonra, otelin yakınındaki Gelateria La Romana dondurmacısına gitmeye karar verdik. Gece 00.30 olmasına rağmen yaklaşık 20 dakika sıra beklediğimiz bu dondurmacı, şimdiye kadar gittiğimiz en iyi üç yer arasına rahatlıkla girdi.

Üçüncü gün, öğle sıcağına kalmadan daha fazla yer gezebilmek için erkenden dışarı çıktık ve daha önce akşam gördüğümüz Pantheon’dan başlayarak Piazza Navona ve çevresini dolaşmaya başladık. Roma gibi her köşe başında ayrı bir tarihi eserin bulunduğu bir şehirde tarihi yapılar anlatmakla ve gezmekle bitmez; ancak Antik Roma mimarisinin en iyi korunmuş yapılarından biri olarak kabul edilen Pantheon’a mutlaka zaman ayrılmalı. Pantheon’la ilgili benim en çok dikkatimi çeken husus ise kubbesinin Antik Çağ sonrasında mimariye yön vermesi ve bu etkinin Ayasofya ile Kubbetü’s-Sahra’nın inşasında da hissedildiğini öğrenmek oldu.

Öğleye kadar gezdikten sonra, bu kez otele dönmek yerine drone almak için yaklaşık 50 dakikalık bir yolculuk yaparak şehrin dışında bulunan Euroma2 alışveriş merkezine gittik. DJI resmi mağazasının bulunduğu AVM’ye boğucu sıcakta büyük umutlarla gitmiş olmamıza rağmen, aradığım modeli bulamamak hissettiğimiz sıcaklığı daha da arttırdı. Maalesef, çevredeki tüm elektronik eşya satan mağazaları da gezmemize rağmen aradığımızı bulamayınca Kolezyum biletlerimizin giriş saati de yaklaştığından büyük hayal kırıklığı içerisinde şehir merkezine döndük.

Kolezyum’un, Roma’nın hayranlık uyandıran en görkemli antik yapısı olduğu konusunda herkes hemfikirdir. Ayrıca Roma Forumu gibi diğer antik yapılardan farklı olarak, yapıyı anlamak için çok az tarih bilgisi ve bolca hayal gücü yeterlidir. Yapıldığı dönemde yaklaşık 60.000 kişiyi ağırlayabilen Kolezyum’da gladyatör dövüşlerinin yanı sıra vahşi hayvan gösterileri, deniz savaşı canlandırmaları gibi bir çok etkinlik yapılıyormuş.

Gösteriler, sabah saatlerinde ayıların boğalarla, aslanların kaplanlarla dövüştürüldüğü vahşi hayvan gösterileri ile başlayıp; öğle aralarında ise palyaço gösterilerinin ardından idam cezaları infaz edilirmiş. Artık seyircinin iyice coştuğu öğleden sonrada ise gladyatör dövüşleri sahne alıyormuş. İlginç bir şekilde, sanılanın aksine gladyatörlerin ölmesi, sahiplerini iflasa sürükleyebileceği için tahmin edilenden çok daha az sayıda ölüm gerçekleşirmiş. Aradan binlerce yıl geçmiş olsa da, bir zamanlar gladyatörlerin ve vahşi hayvanların dövüştürüldüğü arenada yürümek ve o anları hayal etmek hâlâ insana heyecan veriyor.

Kolezyum gezisinin ardından hemen otele dönmek istemediğimiz için, akşam serinliğinde hem sokakları hem de dondurmacıları keşfetmek üzere çıktığımız şehir turundan döndüğümüzde saat 10 olmuştu. Ertesi gün ise, uçağımız öğleden sonra olduğundan sabah Termini bölgesinde kısa bir hediyelik eşya turu yapıp ardından trenle havaalanına geçtik.

Son olarak geziyi değerlendirmek gerekirse, Roma’yı Kuzey İtalya turuna sıkıştırıp alelacele gezmek yerine biraz daha geniş zaman ayırabilmiş olmak bizi mutlu etti. Ancak hava sıcaklığı nedeniyle zamanlama konusunda bir hata yaptığımızı da fark ettik. Buna rağmen, tarihe meraklı biri olarak genel kanaatim; her köşe başının ayrı bir hikâyesinin olduğu Roma’da insan, tarih ile kendi hayatı arasındaki bağı daha derinden hissetme fırsatı buluyor. Bu nedenle şehir, sahip olduğu özgün kimliği ve benzersiz atmosferiyle, sıradan ve ruhsuz herhangi bir Avrupa şehrinden ayrışarak, kıtada mutlaka görülmesi gereken yerler arasında ilk üçe girmeyi fazlasıyla hak ediyor.

You may also like

2 Yorum

Mehmet Kus 13 Ağustos 2025 - 17:34

Seyyah oldum bu alemi gezerim. . Eline saglik kısa ve öz olmuş. Keşke bende birazcık yazabilsem. Kalın sağlıcakla

Reply
Taha ÇAKIR 14 Ağustos 2025 - 06:03

Teşekkürler dayım. Bence de, senin gibi gerçek seyyahların tecrübelerini kaleme alması lazım.

Reply

Taha ÇAKIR için bir yanıt yazın Cancel Reply